VİDEO İÇİN TIKLAYIN
Cenabı Hak, sözün en güzelini söylemeyi ve en güzeline uymayı bizlere nasip eylesin. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, zatını mutlak varlık olarak tanıtmakta ve varlığının delillerini fazlasıyla bize sunmaktadır. Örneğin insanlar olarak topraktan yaratılmamız, sonra yeryüzünün farklı bölgelerine yayılmamız, kendi nefsimizden eşlerin yaratılması, dillerimizin ve renklerimizin farklı olması, göklerin, yerin, dağların, güneş ve ayın yaratılması, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi gibi hususlar, Yüce Allah’ın kuvvetini, kudretini, azametini ve büyüklüğünü gösteren ayetler olarak sunulmaktadır.
Cenab-ı Hak, varlık delillerinin türlerini ve bunları sunma nedenini şöyle buyurarak ortaya koymaktadır: “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?”[1] Buna göre ayetleri üçe ayırabiliriz: Kuran ayetleri, ufuklardaki ayetler ve nefislerdeki ayetler. Kâinat, gökler, yerler, dağlar, taşlar vs. hepsi ufuklardaki ayetlerdir. Nefsimizdeki ayetler ise, antropolojik, biyolojik, sosyolojik ve psikolojik gibi insan türünü ilgilendiren bütün alanları kapsayan geniş bir alandır. Örneğin akıl, kalp, şuur, vicdan, sevgi, merhamet, meveddet, iman ve irfan gibi hususların her biri, nefislerdeki ayetlerdendir. Kuran ayetlerini inkâr etmek, imanı ortadan kaldırdığı gibi, nefislerdeki ayetleri inkâr da, Kuran’ı anlamanın önünde çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Çünkü Kuran ayetlerinin yanı sıra ufuklardaki ve nefislerdeki ayetlerin hepsi, Yüce Allah’ın eseridir ve bir sacın üç ayağını oluşturmaktadır.
Müslümanlar olarak Kuran ayetlerine ve ufuklardaki ayetlere yoğunlaştığımız kadar insan türü olarak bizi yakından ilgilendirmesi hasebiyle nefislerdeki ayetler üzerinde de yoğunlaşmalı, yakından izlemeli, okumalı, anlamalı, anlatmalı ve en güzel şekilde muhafaza edecek seviyeye gelmeliyiz. Bu delillerin en ilginci hiç şüphesiz bize kendi nefsimizden eşlerin yaratılmasıdır. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onda sükûnet bulup huzura ermeniz için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler (deliller) vardır.[2] Burada geçen ‘sükûn/sükûnet’ kelimeleri, ‘seken ve mesken’ kelimeleriyle aynı kökten gelmekte ve ayette eşlerin her biri diğeri için birer mesken kabul edilmektedir. Kişinin barındığı, sığındığı, korunduğu, ısındığı, beslendiği, dinlendiği, güven ve huzur bulduğu mekân, kişinin kendi evi kabul edildiği gibi, kişinin eşi de öyle kabul edilmektedir. Daha doğru bir ifadeyle insan için esas mesken, kendi eşidir; eşi ile yaşadığı sevgi ve merhamet ortamıdır. Bunun için bizler, aileyi cennete atılan ilk adım olarak görüyoruz. Nitekim sevgi ve merhametin var olması halinde en mütevazı mekânlar bile saraya dönüşmektedir. Türkülerimizde bu ortam şöyle anlatılmaktadır:
Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi;
Altım yağmur, üstüm çamur yine gönlüm hoş idi.
Yüce Rabbimiz, bu dünyada seken, sükûnet ve huzur içinde bir hayat yaşamamız ve ardından bu hayatı ahirete; yani cennetlere taşımamız için bize kendi nefislerimizden eşler yaratarak aramızda sevgi ve rahmeti yerleştirdi. Buna göre toplumun temeli olan aileyi, Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in rızası doğrultusunda inşa edip sevgi ve merhamet ile beslediğimizde en kötü mekânların saraya; yani cennetlere dönüşeceğini, bunların yok olması halinde ise en güzel sarayların bile zindan; yani cehennem olacağını unutmamalıyız.
Demek ki Yüce Allah, ailenin kurulduğu ilk andan itibaren eşimizi ve evlilikten hâsıl olan akraba-i taallukatı sevmemizi, müveddet ve rahmet esasına uygun hareket etmemizi bir nimet olarak yaratmış ve hizmetimize sunmuştur. Aile bağlarını sağlam kılmak ve neslin devamını sağlamak amacıyla bir annenin ve bir babanın evladına karşı sevgi ve merhameti, bu büyük nimetin bir tezahürüdür. Bütün bunlar, aklını kullanan, düşünen ve tefekkür eden topluluklar için birer ayettir. Ancak kimisi bu nimeti en güzel bir şekilde kullanırken, bazıları maalesef bunu elinin tersiyle itmektedir.
Sevginin, rahmetin, merhametin, meveddetin, sükûnetin ve huzurun kaynağı ailedir. Bu gibi ulvi değerler, aile bireylerini güçlü kılmakta; bunların aile içinde kaybolması halinde ise diğer bütün alanlardan çekilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Yüce Rabbimiz, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e hitaben şöyle buyurmaktadır: (Ey Muhammed!) Rabbin seni muhtaç (ail) bulup zenginleştirmedi mi?[3] Dikkat edilirse ayette Arapça olarak ‘muhtaç’ anlamında ‘âil’ kelimesi kullanılmıştır. Aile ise ‘âil’ kelimesinin müennesi; yani dişilidir. Buna göre aile fertlerinin her biri diğerine muhtaçtır ve birinin zayıflaması veya yok olması halinde diğerlerinin varlığı, huzuru, mutluluğu hep eksik kalacaktır. Büyüklerin ifade ettiği gibi ‘aileyi küçük bir vatan, vatanı da büyük bir aile’ kabul edersek ailedeki başarı, çalışkanlık, üretim, sevgi, mutluluk, merhamet, güven ve huzur gibi olumlu dinamikler, bütün bir vatanı olumlu yönde etkileyecektir. Ancak ailede bunların zıddı olan olumsuz hallerin hüküm sürmesi halinde, bütün bir vatan olumsuz etkilenecek ve belki de o vatanın mahvına sebebiyet verecektir.
Kuran-ı Kerim’e göre aile hayatı geçici değil, ebedidir. Allah’ın rızasını kazanmak ve Allah’ın dinini bütün dünyaya hâkim kılmak hedefiyle kurulan ve örnek bir ailenin eseri olan Osmanlı Devleti’nin Kurucusu Osman Bey, eşine şöyle seslenmektedir: “Sende neyi ararım, sende neyi ararım? Seni senden ve benden öteleri ararım!” Yani kuracağımız bu aile yuvası, dünya ile sınırlı kalmamalı; daha ötelere ahirete ve cennetlere uzanacak kadar ebedi olmalıdır. İşte böylesine ulvi bir hedefi gerçekleştirebilmemiz için Yüce Rabbimiz, reçete olarak bize şöyle bir dua öğretmektedir: “Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle!”[4] Bu şekilde dua etmemizi öğreten Yüce Rabbimiz, aynı zamanda bize şu müjdeyi sunmaktadır: “Kendileri ve eşleri, (cennette) gölgeliklerde, mücevherlerle süslenmiş koltuklara yaslanıp (mutlu bir hayat) yaşayacaklar.”[5] Buna göre gerçek anlamda Allah’ın emri ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in kavline uygun inşa edip devam ettirdiğimiz aile hayatımız, ahirete; yani cennetlere kadar uzanacak ve ebedi bir hal alacaktır. Bunun için diyoruz ki: “Gerçek Müslüman, aileyi rızayı ilahi doğrultusunda tesis eden, ebediyete taşımayı hedef bilen, aile içindeki görev ve sorumluluğunu en iyi bir şekilde yerine getirmeye çalışan insan demektir.”
Aile ile ilgili şu söz, çok doğru ve yerinde bir sözdür: “Ailede, anne–baba, bir elmanın iki yarısı, çocuklar da o elmanın çekirdeği gibidir.” Aynı zamanda aile, bütün nesiller için kimliğin, kişiliğin ve ahlaki değerlerin tohumlarının atıldığı ilk mekân, ilk ortam ve ilk eğitim yuvasıdır. Aile, insan ruhunun mutmain olduğu, azalarının rahat ettiği ve gönlünün huzur bulduğu yegâne mekândır. Aile, her insan için huzur veren bir seken, mesken, yuva, korunak, sığınak, barınak ve elbisedir.
Yüce Rabbimiz, kendisini ve ailesini ahirete ve cennetlere taşıyamayanların büyük bir hüsran içinde olduklarını şöyle haber vermektedir: De ki: “Şüphesiz hüsrana uğrayanlar, kıyamet gününde kendilerini ve ailelerini hüsrana sokanlardır. İyi bilin ki bu, apaçık hüsranın ta kendisidir.”[6] Rabbim cümlemizi nefsini, eşini ve evladı iyâlini, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyup cennetlere taşıyan ve ailesini bu şekilde ebedileştiren salih ve muslih kullarından eylesin. Hepinizi Allah'a emanet ediyorum.
Mustafa TEKİN
IĞDIR İL MÜFTÜSÜ
IĞDIR
Yayınlanma: 24 Şubat 2021 - 16:33
AİLE, CENNETLERE ATILAN İLK ADIMDIR
VİDEO İÇİN TIKLAYIN Cenabı Hak, sözün en güzelini söylemeyi ve en güzeline uymayı bizlere nasip eylesin
IĞDIR
24 Şubat 2021 - 16:33
İlginizi Çekebilir