Kur’an’a göre mülkün gerçek sahibi ancak Allah'tır. O, dilediğine mülkü veren ve dilediğinden alandır. Dilediğini yücelten, dilediğini de alçaltandır. Her türlü iyilik O’nun elindedir. Gerçek anlamda her şeye kadir olan ancak O’dur. Dolayısıyla sahip olduğumuz mal ve mülk bizi azdırmamalı, insanlığımızdan uzaklaştırmamalı, ahireti inkâr etmeye, küfre ve nankörlüğe sevk etmemelidir.
HANİ MÜLKÜN İLK SAHİBİ
Cenabı hak, sözün en güzelini söylemeyi ve en güzeline uymayı bizlere nasip eylesin. Kur'an-ı Kerim’de, öğüt alıp istifade etmemiz ve hissemize düşene kulak kabartıp doğruya ulaşmamız amacıyla bazı kıssalar anlatılmaktadır. Bu kıssalarından birinde iki arkadaşın kıssası anlatılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Onlara, şu iki adamı örnek olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık.[1] Yani bu iki arkadaştan birincisi olan bu şahsa Yüce Allah, her türlü mal mülk vermiş ve bu malı mülkü gitgide artırmıştır. Kendisine ziyadesiyle mal mülk verilen şahsın içine düştüğü olumsuz ruh hali ayette şöyle anlatılmaktadır:
Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: «Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.»[2] Görüldüğü gibi bu şahıs, sahip olduğu mal ve mülkün çokluğuyla belki de en samimi olduğu arkadaşıyla bile konuşurken havalara girip şımarıklığını, gurur ve kibrini ortaya koymakta ve şu sözlerle haddini her türlü aşabilmektedir:
(Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: «Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam.»[3] Bu şahıs, sahip olduğu mal ve mülkün sonsuz olacağını düşünmesinden dolayı kıyametin kopmasını dahi inkâr edecek kadar büyük bir zulüm işleyebilmektedir. Bu sözleri sarf edebilen bu şahsın ulaşabileceği en son nokta ayette şöyle anlatılmaktadır:
«Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.»[4] Bu şahsa bunu söyleten, dünyada elde ettiği başarıyı tamamen malı, mülkü, zekâsı ve gücü sayesinde elde ettiği yönündeki inancıdır. Yaratıcıyı göz ardı edip sırf bu imkânların fazlalığına ve büyüklüğüne yoğunlaşan kişi, ahirette de bunlarla başarılı olacağı zannına kapılacak ve sonuç itibariyle hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
Böyle bir aşamaya gelen birine yapılabilecek en önemli şey nasihat etmektir. Bunun için kendisi hiç mal mülk verilmeyen arkadaşı ona Allah'ın ayetlerini hatırlatarak nasihat ediyor. Cenabı Hak bu durumu bize şöyle anlatıyor:
Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir nutfeden (spermadan) yaratan, sonra da seni (eksiksiz) bir insan şeklinde düzenleyen Allah’a nankörlük mü ediyorsun?”[5] Yani “bunların hepsini veren Allah, isterse senden istediği vakit alabilir” diyor.
Kur’an’a göre mülkün gerçek sahibi ancak Allah'tır. O, dilediğine mülkü veren ve dilediğinden alandır. Dilediğini yücelten, dilediğini de alçaltandır. Her türlü iyilik O’nun elindedir. Gerçek anlamda her şeye kadir olan ancak O’dur. Dolayısıyla sahip olduğumuz mal ve mülk bizi azdırmamalı, insanlığımızdan uzaklaştırmamalı, ahireti inkâr etmeye, küfre ve nankörlüğe sevk etmemelidir. Bu bilinçle hareket edebilen kişi, nasihat ehlinden sayılır; hakkı ve sabrı nefsine, nesline ve çevresine tavsiye ederek insanlığını muhafaza etmiş olur. İşte bu vasıflara sahip olan ve ayette anlatılan ikinci arkadaş, Allah’a olan inancını şu sözlerle ortaya koyuyor:
“Bana gelince, O Allah, benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç bir şeyi ortak koşmam.”[6] Bu şahsı, böyle bir savunma yapmaya sevk eden husus, servetiyle mağrur olan arkadaşının müşrik olmasından dolayı değildi. Ancak bir kişi, mal ve mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu göz ardı eder, ‘malı, mülkü ve serveti ben kazandım’ gibi bir aşamaya gelmişse, tehlike başlamış demektir. Bunun bir sonraki adımı ise, kendini müstağni görmesi ve bir nevi nefsini ilahlaştırma noktasına ulaşmasıdır. Oysa nimetler karşısında takınmamız gereken tavrı atalarımız şu sözle ne kadar güzel ifade ederler: “Dilini döndürene, ağrını dindirene, nimeti gönderene şükür gerekir şükür.”
“Keşke sen bağına, bahçene, fabrikana girdiğinde: Mâşâallah! Allah'ım! Bana ne güzel dilemiş ve vermişsin; bütün güç bütün kuvvet yalnız Allah'ındır, deseydin ya!”[7] Bu ayete göre bağımıza, bahçemize, fabrikamıza ve işyerimize girdiğimizde “Bismillah, Maşallah ve La Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh” diyerek gireceğiz. Aksine davranmamız halinde atalarımızın ifade ettiği şu gerçekle –Allah muhafaza- karşı karşıya kalabiliriz:
“Hak sillesinin sedası yoktur. Bir vurdumu, devası yoktur.”
İnsan olarak sahip olduğumuz bütün nimetlerin gerçek sahibi, hiç şüphesiz rabbimiz olan Yüce Allah’tır. O’nun herhangi bir nimetini yerken veya kullanırken bu gerçeği hatırımızdan bir an bile çıkarmamalıyız. Çünkü kâinatta Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur. Kıssada anlatılan imanlı kişi, arkadaşına şu sözlerle nasihat ediyor:
“Bugün beni mal ve evlat yönünden kendinden daha az ve küçük görüyor olabilirsin ancak belki Rabbim bana, senin bağından ve bahçenden daha iyisini verir. Seninkinin üzerine de gökten bir afet indirir de bağ kupkuru, çerçöp ve kaygan bir toprak hâline geliverir.”[8]
1999 senesinde vuku bulan Marmara depreminden sonra Sakarya'ya gittim. Orada bir kardeşimiz bana “Hocam, 45 yılda; yani bir ömür boyu biriktirdiğim malım, mülküm ve servetim 45 saniyede yok oldu gitti. Bir de baktım ki ekmek almak için kuyrukta bekliyorum” demişti. İşte bu gerçeği bilen ve yakından müşahede eden biri olarak güç, imkan ve servet verilen bütün insanlara ve özellikle Müslümanlara diyorum ki: Kardeşlerim dikkat edin, bu dünyada bağa, bahçeye, işyerine, fabrikaya, işçilere, askerlere, ordulara, evlatlara ve sayısız imkanlara sahip olabilirsiniz; ancak Yüce Allah, yükseklerden bütün bunları helak etmek üzere bir yağmura tutsa ne yaparsınız?! Veyahut da yerden suyunuzu çekse ne yaparsınız?! Cenabı Hak, gökten yağmuru indirenin, dereleri kendi ölçülerince doldurup akıtanın, denizleri, gölleri ve nehirleri su ile dolduranın kendi kudreti olduğunu, dilediğinde yerin suyunu çektirmeye, göğün suyunu da tutmaya kadir ve muktedir olduğunu bütün insanlığa anlatmaktadır. Mülk suresinde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir?”[9] ve
“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?”[10] Bütün bu ayetlerin ışığında iki arkadaş kıssasında malıyla mağrur olan insanın akıbetine bir göz atalım. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. «Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!»”[11]Yani “keşke malı, mülkü ve serveti rabbime şirk koşmasaydım” diye kendi kendini dövmeye başlayacak. O gün Allah'tan başka ona yardım edecek hiçbir cemaat, tarikat ve hiçbir güç yoktur. Zaten hiç kimsenin kimseye faydası olmaz ki böyle bir durumda:
“O gün, paranın ve çocukların yararı olmayacaktır. Sadece Allah’a şirkten kurtulmuş, arınmış bir kalple gelenler fayda görür.”[12] Bir faide bahşeder mi heyhat! Vaktinde edilmeyen nedamet!
Kıssanın sonunda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“İşte bu durumda velayet (himaye ve koruyuculuk) yalnızca hak olan Allah’a mahsustur. O’nun mükâfatı da daha hayırlıdır, vereceği sonuç da daha hayırlıdır.”[13] Yani gerçek velayet, mülkiyet, himaye ve yönetim Allah'ındır. Aslında Arapça’da Veli, Vali ve Vilayet aynı kökten gelmiştir. Dolayısıyla bu dünyada yöneten bütün şahıslar ve yönetilen bütün birimler Yüce Allah'ın tasarrufu altındadır. Bu anlamda Allah'a iman etmemiz, dayanmanız ve güvenmeniz hem mükafaat hem de akıbet yönünden daha hayırlıdır.
Kur'an-ı Kerim'in üsluplarından biri de bir kıssayı ve bir hakikati anlattıktan sonra kural ve kaideler koyar. Sonunda da alınması gereken ibretleri ve öğütleri anlatır. İşte bu iki arkadaş kıssasının sonunda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
(Ey Muhammed) onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: O, gökten indirdiğimiz bir damla su gibidir. Suyla yerin bitkisi birbirine karışır. Sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner. Her şeyin üstünde güç sahibi olan Allah vardır.[14] Bu ayete herhangi bir insanın dünya hayatı, Yüce Allah’ın gökten indirdiği bir damla suya benzer. Geliniz bu olayı zihnimizde şöyle bir canlandırmaya çalışalım. Gökten inen bir yağmur damlasının, hiçbir şeyden haberi olmayan bir ağacın yaprağına düştüğünü, damlanın ağırlığıyla yaprağın sallandığını, sallanmanın etkisiyle damlanın toprağa düştüğünü, toprağın şekline göre diğer damlalarla birlikte birikinti oluşturduğunu, fazlalaşarak arklardan akmaya başladığını, oradan da ırmaklara ve nehirlere karıştığını ve nihayet denizlere, hatta okyanuslara ulaştığını görürsünüz.
Yüce Allah’ın kudretinin bir eseri olarak okyanusa, denize yahut göle dökülen yağmur damlaları dile gelse belki de her biri, kendi bilgi ve becerileriyle hedefe ulaştıklarını ve bu konuda kaydettikleri ciddi başarıları anlatacaklar. Oysa biz biliyoruz ki her bir damla aslında, Cenab-ı Hakk’ın kendisinde yarattığı bir plan ve program çerçevesinde hedefine ulaşmış ve yolculuğunu tamamlamıştır. Dolayısıyla bu damla gibi insanoğlunun da, bu dünyada kaydettiği başarı veya başarısızlıkların, kazanç veya kayıpların tamamının, yüce yaratıcı tarafından kendisine bahşedilen mal, mülk, güç ve imkanları doğru kullanıp kullanmamasına bağlıdır. Yani üzerine düşeni yaptıktan donra sahip olduğu her başarının altında ilahi kuvvet, kudret, rahmet ve nimeti görüp şükretmeli; başarısızlıklarının altındaki sebep ve hikmetleri görüp sabretmelidir.
İnsanoğlu, ana karnından ana kucağına düştüğü zaman adeta bir yağmur damlasının yaprak üzerine düştüğü gibi hiçbir şey bilmez bir haldeydi. Sonra büyür ana kucağında, yere iner, hareket etmeye, çalışmaya, çabalamaya ve mücadele etmeye başlar. Bir de bakar ki zenginleşmiş, çoğalmış ve güç kuvvet sahibi olmuştur. Bütün bu aşamaları insan, yüce yaratıcının varlığının ve yaratmasının bir eseri olarak görürse hakkı, hakikati ve doğru yolu bulur. Ancak bütün bunları, kendinden bilirse o zaman kibirlenir, azar, haddi aşar ve şirke bulaşarak büyük zulüm işlemiş ve dolayısıyla azabı hak etmiş olur.
Unutulmamalıdır ki mal ve evlatlar dünya hayatının birer süsüdür. Baki kalacak olan; yani rabbinizin katında değer bulacak olan yegâne şey, bu dünyada işlediğimiz salih amellerimizdir. Dolayısıyla dünyanın çekiciliğine kapılmamalı, Allah tarafından bize sunulan sayısız ve sonsuz nimetlerin kıymetini bilerek salih amellerle şükrünü eda etmeli ve son nefesimizde rabbimizin huzuruna şirkten kurtulmuş ve arınmış bir kalple varmalıyız.
Cenabı Hak, cümlemizi, nefsimizi ve neslimizi bu dünyada helal rızık peşinde olan, sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilen ve şükrünü eda etmek için var gücüyle çalışan salih ve muslih kullarından eylesin. Allah'a emanet olun.
Mustafa TEKİN
IĞDIR İL MÜFTÜSÜ
[1] Kehf Suresi, 18/32-33.